Faik Yeni
Faik Yeni
Faik Yeni
Faik Yeni

GEZİ NOTLARI

 

Bu yazı dizisinde Türkiye’nin değişik yörelerinde karşılaştığım olayların kısa notlarını bulacaksınız.

 

Ankara-Çubuk Barajı:

Video kamerasını aldığım 1983 yılının yazında Ankara’nın turistik ve gezi alanlarından biri olan Çubuk Barajı’nı görüntülüyordum. Oradaki görevlilerden biri hızla yanıma yaklaşarak:

Kimsin? Niye çekiyorsun? Hangi kuruluş adına çekiyorsun? Şeklinde art arda sorular yöneltti. Cevap verecek durumda değildim. Başladığım çekimi tamamlamak istiyordum. Çekime devam ederken susması için elimi kaldırdım, susmasını işaret ettim. Fazla ısrar etmeden sustu. Çekimi tamamladım. Sonra görevliye dönerek:

Neden soruyorsunuz? Çekim yasak mıdır? Burası açık alan. Herkesin gezip eğlendiği, piknik yaptığı bir yerdir. Neden müdahale ediyorsunuz? Dedim

O az önce sorduğu soruyu yineledi:

- Hangi kuruluş adına çekim yapıyorsunuz?

- Kendi adıma, yöreyi görüntülüyorum, dedim.

- O zaman sorun yok. Devam edebilirsiniz. Eğer bir kuruluş adına çekim yapıyorsanız izin almanız gerekiyor, dedi.

Açık alanın izni mi olur? Yasağı anlamakta zorluk çekiyorum.

 

Çorum-Alacahöyük:

Etilerle ilgili tarihi bilgileri fotoğraf ve filmle pekiştirmek için onların yaşadığı ve eserler bıraktığı yöreye giderek görüntülemek istedim.

İlk durağım Alacahöyük’tü. Şehir harabelerinin girişinde oranın görevlisi karşıladı beni. Tanıştıktan sonra amacımı kendisine açıkladım. Genç yaşına rağmen görevinin bilincindeydi. Yeryüzüne çıkarılan kalıntıları teker teker gösterdi. Gerekli açıklamaları yaparak filmi seslendirdi. Bana iş bırakmadı. Sonra düz arazide sıralanan ören yerini daha yüksekten izlemek için kuleye çıkardı. Genel bilgi verdikten sonra belgeselimi noktaladım.

Giriş ücretli miydi, yaptığı açıklama görevleri içinde miydi bilmiyorum, ama ben önerdiğim halde benden ücret talep etmedi.

Kendisine teşekkür ederken öğrencilerim için iyi bir belgesel hazırlamış olmanın mutluluğuyla oradan ayrıldım. Şimdi sırada Yazılıkaya vardı.

 

Çorum-Yazılıkaya:

Kral heykellerinin kayalara işlendiği Yazılıkaya’ya dar ve dönemeçli bir yolla ulaştım. Kral kabartmalarına en yakın yerde arabayı park ederek kamerayı sırtladım. Dört kiloluk kameradan ayrı olarak yedi kilo ağırlığında videorekorderi taşımak durumundaydım. O zamanki video tekniği bunu gerektiriyordu. İlk işim görevliyi bulup amacımı açıklamak oldu. Bana çekim iznimin olup olmadığını sordu. Olumsuz cevap verince:

Valilikten izin almam gerektiğini, 60.000 TL (1983) maliyeye yatırmam gerektiğini, bu işlemler için en az üç günlük zamana ihtiyaç olduğunu sıraladı.

Bana sıraladığı bu şartlar hakkında benim muhatabımın bu görevli olmadığını bildiğim halde dile getirdiği şartlar karşısında rahatsız olduğumu şöyle açıkladım.

* Hiçbir menfaatimin olmadığı bu çalışmada 60.000 TL ödeyecek kadar zengin olmadığımı; Çalışmalarımı öğrencilerim için yaptığımı, dolayısıyla kamu görevi yaptığım için eğer para ödenmesi gerekiyorsa T.C. Devleti bana para ödemesi gerektiğini söyledim.

* Ayrıca bu işe üç gün ayıracak kadar da zamanımın olmadığını belirttim.

Dönüş yolunda aynı valiliğe bağlı bu iki tarihi yeri karşılaştırdım. Bu kadar farklı uygulamanın nedenlerini çözmeye çalıştım. İster istemez kafamda bazı soru işaretlerinin oluşmasına neden oldu. Zamanımın kısıtlı olması nedeniyle beni rahatsız eden bu konunun nedenlerini araştıramadım.

 

Akdeniz’in sularına dalış yapmak:

Video sırtımda ilginç şeyler peşindeydim. Çok geçmeden kayalıklar üzerinde denize atlayan gençlerle karşılaştım. Yalçın kayalara tırmanıyor, sonra bir kuş gibi uçarak yaklaşık 10 metreden denize dalış yapıyorlardı. Bir elimde kamera vardı. Diğer elimin yardımıyla sürünerek deniz kenarına indim. Ufak bir kayma sonucu kendimi elimdekilerle birlikte denizin içinde bulabilirdim. Ne ise ki olaysız denizin kenarına indim. Artık gençler beni görebiliyordu. Onlardan çekim izni aldım. Bu kez kamera karşısında kayaların daha sivri kısımlarına çıkarak denize atlamaya başladılar. Üstelik atladıkları yerdeki suyun çok derininde olmayan kayalar vardı. Kayalara çarpmamaları için kendilerini uyardım. Ama onlar tüm maharetlerini kamera karşısında sergilemek istiyorlardı. Benim uyarılarıma aldırış etmediler. Ne derece doğru yaptığımı sorgulamaya başladım. Benim yüzümden başlarına bir olay gelse bundan vicdan azabı duyacaktım. Geldiğim gibi sürünerek oradan uzaklaştım.

 

Kastamonu Kâğıt Fabrikası:

Kuzey Anadolu gezilerimin birinde yolum Kastamonu’ya uğradı. Endüstri bitkilerinden keneviri görünce iyi bir fırsat yakaladığımı anladım. Çünkü bu bitkiye her yerde rastlamak mümkün değildi. Ekimi için özel izin gerekiyordu. Beklenmediğim bir anda karşıma çıkınca fırsatı değerlendirdim. Bir süre sonra Kastamonu Kâğıt Fabrikası karşıma çıktı. Türkiye’nin önemli sanayi dallarından biri olduğu için bu fabrika bir örnek olabilirdi. Otomobilimi yolun kenarına çekerek rolantide çalışır halde park ettim. Akünün boşalmaması için çalışmalarımı hep bu şekilde sürdürürdüm. Gerçi motor gürültüsü kayda giriyordu ama sonradan seslendirme yapılacağı için bir engel değildi.

Video rekorderi oturağın üstünde bırakarak kamerayı camdan dışarı çıkarıp omzuma aldım. O anda fabrikanın güvenlik görevlisi acı acı düdük çalarak bana doğru koşmaya başladı. Gelmesini bekledim. Soluk soluğa yanıma geldi. “Yasaktır, film çekemezsin” dedi. Gerekçesini sordum. “Bize verilen emir böyle. Film çekmek yasaktır. İzin almanız gerekir” dedi. Kendisine:

Ben isteseydim haberin olmadan filmi çekerdim. Fabrikanın dışarıdan görünümünün yasağı mı olur? Üstelik çekim işi izinle olacaksa yasağı yok demektir. Yasağı koyan kişiye böyle söyle. Ben özellikle Kastamonu Kâğıt Fabrikası’nın filmini çekmek hevesinde değilim. Bir başka kâğıt fabrikasını da çekebilirim. Seni, fabrikanla baş başa bırakıyorum, hoşça kal, diyerek oradan ayrıldım.

 

Bayburt:

Gezilerimin bu günkü durağı Bayburt’tu. Bayburt yeni il olmuştu. Türkiye’nin illerine bunu da ilave etmek gerekiyordu. Bunu gerçekleştirmek için önce genel görünümüyle işe başlamalıydım. Bu amaçla yolun gittiği çevredeki en yüksek tepeye çıktım. Bayburt sac çatılarıyla önümde sergileniyordu. Sol arkamda bir bina vardı. Resmi bir bina olduğu anlaşılıyordu. Aramızda birkaç yüz metre mesafe vardı. Binadan çıkan bir kişi hızlı adımlarla bana doğru geliyordu. Onu yormamak için işimi acele tuttum. Bayburt’un uzaktan çekimini tamamlayarak otomobile bindim. O sırada gözüm, “Bayburt’un uzaktan filmini çekmek yasaktır!” demeye gelen adama ilişti. Otomobile bindiğimi görünce geri döndü. “İyi ki gitti. Yoksa onun yanına gidinceye kadar yorulacaktım” dediğini duyar gibiydim.

 

Amca buranın fotoğrafını çekme!

Trabzon’da Gülbahar Hatun camiini görüntülüyordum. Önce ön cephesinden, son cemaat bölümünü görüntüledim. 7-8 yaşlarında bir kız yanıma gelerek:

- Amca buranın fotoğrafını çekme, dedi.

- Niçin çekmeyeyim, diye sordum. O:

- İşte buranın fotoğrafını çekme, diye tekrarladı sakin bir sesle.

Sonra diğer cepheleri görüntülemek için uzaklaştım. Küçük kız tekrar yanımda belirdi. Aynı konuşma tonuyla:

- Amca buranın fotoğrafını çekme, dedi.

Onun konuşma tonunda cevap verdim:

- Bırak da işimi tamamlayayım, dedim ve bir başka noktadan çekime devam ettim.

Küçük kız tekrar yanıma gelip aynı cümleyi tekrarlayınca konuşma tonumu değiştirdim:

      - Kızım, senin yapacak başka işin yok mu? Sen işine git, ben de işimi tamamlayayım, dedim.

 

Sen meyvelerimi almazsan ....

                 Kastamonu’dan Sinop’a gidiyordum. Yolum Taşköprü yakınlarında bir köyün yanından geçiyordu. 7-12 yaşlarında 5-6 çocuk yolun kenarında sıralanmıştı. Topladıkları meyveleri gelip geçen yolculara satmak için teşhir ediyorlardı.

Tam yanlarından geçerken dikiz aynasından içlerinden en büyüğü elindeki meyveleri otomobile fırlattı. Kısa bir tereddütten sonra, geri geri gelerek çocukların yanında durdum. Onlar hiçbir şey olmamış gibi meraklı gözlerle bana bakıyorlardı. Ben de hiçbir şey olmamış gibi onlara yaklaşarak meyveleri fırlatan çocuğu kolundan tuttum, otomobile soktum.

                Çocukların meraklı bakışları bu kez endişeli bakışa dönüştü.

                Neden böyle bir iş yaptığını çocuğa sordum. O cevap verecek yerde ağlamaya başladı. Yaptığının suç olduğunu, bu nedenle kendisini karakola götüreceğimi söyledim. Ağlamaya devam ederken ben olay yerinden bir kilometre kadar uzaklaştım. Hatasını anlayacağını, bir daha yapmayacağını söylesin de kendisini affedeceğimi düşünürken o ağlamayı sürdürdü. Beklediğimi ondan duyamayacağımı anlayınca durdum ve otomobilden indirdim. Kendisini affettiğimi, bir daha böyle bir şey yapmamasını tembihleyerek serbest bıraktım. Ama onun, köyüne ve arkadaşlarına kavuşabilmesi için epey yolu vardı.

 

Beyim senin paran çok kıymetli

                Akdeniz gezisini tamamlayarak Tarsus’tan Orta Anadolu’ya dönüyordum. Yolun sağında üzüm bağı vardı. Sahibi mahsulünü toplayıp yolun kenarında pazarlıyordu. Bir kasa üzüm Ankara’dakiler için iyi bir hediye olabilirdi, düşüncesiyle durdum. Üzümün fiyatını sordum. Ankara’daki fiyatın iki katı olduğunu duyunca:

               Nakliye parası vermiyorsun, kira ödemiyorsun, elektrik masrafın yok. Bağdan toplayıp yolun kenarına getirdin. Neden iki katı fiyat istiyorsun? Dedim. O:

                - Beyim, anlaşılan senin paran çok kıymetli, dedi.

                Ben de:

                - Anlaşılan senin de malın çok kıymetli, diyerek oradan uzaklaştım.



Druckversion | Sitemap
© FaikYeni